cesaret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
cesaret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2016 Pazar

Hiç Hayallerinizden Sıfır Aldınız Mı?

Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışta koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı. Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası. Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı.

Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi. Ertesi Gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi. İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı Kalemle yazılmış kocaman bir "0" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı.

"Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk. "Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal" dedi, hocası. "Paran yok. Gezginci bir Aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" ve ekledi: "Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm."

Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı. "Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!"

Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına. "Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin" dedi. "Ben de hayallerimi."

O orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor.

Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı. Öykünün en can alıcı yanı şu: Aynı öğretmen, geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi.

Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine "Bak" dedi, "Sana şimdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken, hayal hırsızıydım. O yıllarda öğrencilerimden pek çok hayal çaldım. Allah' tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın."

www.kamilemutlu.com

25 Mayıs 2013 Cumartesi


Cesaretin Bittiği Yer

Bir Hint masalına göre, kedi korkusundan devamlı endişe içinde yaşayan bir fare vardır.

Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye dönüştürür. Fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde bu kez de köpekten korkmaya başlar.

Büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare, sevineceği yerde avcıdan korkmaya başlar.

Büyücü bakar ki, ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkan yok. Onu eski haline döndürür.

Ve der ki,

"Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var. O yüzden ben sana yardım edemem."


http://www.kamilemutlu.com


16 Kasım 2012 Cuma


Domates

Korkunç bir trafik kazasıydı. Oysa her şey ne kadar da güzel başlamıştı. Ailelerden ilk defa beraber tatile çıkmak için izin almışlardı. Arabayı götürme iznini de kopartmıştı babasından erkek. Kız ailesine yalan söylemişti tabii “okuldan kız arkadaşlarla tatile gidiyoruz” diye. Arabada mutlu birkaç gün geçirebilecekleri o sakin kıyıya doğru yol almaktaydılar. Hayat çok güzeldi. Ama trafik kazası korkunçtu.

Tam o hızla gidilen yolun üstünde kavşaklardan birinde direksiyon kendi istediği gibi dönmeye başladı. Araba onların istemedikleri bir yöne doğru gitmeye başladı. Sanki araba durdu, yolun kenarındaki banketler arabaya doğru geldi. Geldi, geldi, geldi, geldi… Sanki üç dört saat boyunca geldi bu banket üstlerine. Korkunç ve çok sesli bir trafik kazası oldu.

İnsan kaza anında nasıl hisseder, bunu kaza yapmayanlar asla bilemez. Arabayı kullanan erkek direksiyonun kendi kontrolünden çıkmasından sonra, bariyerlere çarpamadan hemen önce kızla göz göze geldi. “Yapabileceği bir şey yok kusura bakma” gibi bir bakış attı ona. Kız çığlığını atmadan önce “senin suçun olmadığını biliyorum” gibi bir bakışla cevap verdi ona. Çarpışma anında camdan fırlayan kızın son mantıklı sözleri oldu bunlar. Erkek kızın camdan çıktığını görür gibi oldu. Sonra direksiyon yüzüne doğru yaklaştı, yaklaştı, önce burnunda bir acı… Sonrası karanlık.

Erkek gözünü açtığında duvarda sıvaları dökülen bir hastanede buldu kendini. Başında sargılar vardı, tek gözü kapalıydı. Doktorlar sağa sola koşuşturuyordu. Bir an anne ve babasını görür gibi oldu ve bir ses yankılandı kafasının içinde: “Ameliyatı bu iğrenç hastanede yaptırmam. Şehire götürelim onu… Kızı tanımıyorum ama…” Sonra tekrar derin bir karanlık.

Derin bir sessizlik ve soğuk. Sabah yatağında yattığını, üstünün açık olduğunu düşündü ilk önce. Hani neredeyse yorganını arayacaktı. Ama elini kaldıramadı. Elinin üstünde bir yığın kablo ve ıvır zıvır vardı. Gözlerini açmadan diğer elini yatağın kenarlarında gezdirdi. Etrafında iskeleler örülmüştü. Hastane yatağıydı bu. Evi olmadığı kesindi yani. “Ayılıyor” gibi bir ses duydu. “Artık zamanı gelmişti” dedi karizmatik diğer bir ses. Midesi bulanıyordu. Kusmak istedi ancak midesinde kusacak bir şey yoktu ve tekrar kendinden geçti.

Yavaş yavaş kendine geldiğinde hemşireler belinin altına yastık koyup yemek yiyebilmesi için yatağına doğru portatif bir masa yaklaştırıyorlardı. Ama canı kesinlikle yemek yemek istemiyordu. Önce hangi yılda olduklarını sordu. Aynı yıldalardı. Aylardan ne olduğunu sordu. Evet ay da değişmemişti. Ama ya günler… Kazadan sonra yaklaşık yirmi gün geçmişti. Kendi için biraz üzüldükten sonra aklına kız arkadaşı geldi. Hemşire bilemiyorum kim olduğunu deyip odadan çıktı. Hemşirenin çıkmasıyla beraber içeri annesi girip hasretle sarıldı. Sanki birkaç zamandır görüşemeyen iki eski dost gibi kucakaştılar. “Anne o nasıl” dedi sesindeki korkuyu gizlemeye çalışarak. “Bir şeyi yok” dedi annesi. Annesine camdan çıkan insanların genellikle kötü olacaklarını hatırlatınca annesinin dili çözüldü.

Kız arkadaşı arabanın camından çıktıktan sonra başını çok kötü vurmuştu. İlk kaldırıldıkları hastanedeki yetersiz imkanlar yüzünden hemen beyin ameliyatına girmesi de mümkün olamamıştı. Doktorlar bu yüzden kesin bir beyin ölümünden bahsetmişlerdi bir ara. Katatoni denilen ve insanın senelerce sürecek bir uykuda kalmasına neden olabilecek bir hastalık. Ama kızın anne ve babası Amerikalardan en büyük profesörlerini, cerrahları getirdiler. En azından katatoniden çıkmıştı kız. Artık uzun süreli uykularda yatıp kalmayacaktı. Peki kendinde miydi? Henüz değil.

Aradan iki ay geçince hastaneden çıkmasına izin verdiler erkeğin. Hava, tatile gittikleri günkü gibi değildi artık. Mevsim yavaş yavaş yağmura dönmeye başlamıştı. Dışarının isli kokusu, hastanenin ilaçlı kokusundan bin kat daha iyiydi. Uzun zamandır haber alamadığı kız arkadaşını görmeye gidecekti. Eve uğramadan gidecekti. Anne ve babasına itiraz hakkı tanımadığını, eğer itiraz ederlerse eve dönmeyi reddedeceğini de söylemişti. Anne ve babası çok kalmaması şartıyla onu kız arkadaşının yanına götürmeyi kabul ettiler.

Kız arkadaşının anne ve babası onu ilk önce soğuk karşıladılar. Öyle ya bu zibidinin kötü kullandığı araba yüzünden kızlarının başından iğrenç bir kaza geçmişti. Bu zibidinin buraya gelmesini bile yasaklarlardıya… Doktor onlara kızın sevgilisini görmesinin iyi olabileceğini söylemişlerdi. Hele ki bu haldeyken. Erkek kızın odasına ilk girdiğinde kızı gülerek kendini karşılamak için bekler buldu. Ama içeri girip yatağın yanına kadar geldiğinde kızın aslında gülmediğini, yüzündeki gülümsemenin mutluluktan çok bilinçsizlikten gelen soğuk bir bakıştan farksız olduğunu anladı. Kız hiçbir şey hatırlamıyor, hiçbir şey söyleyemiyordu. Sadece gözleriyle etrafındakilere bir şeyler anlattığı sanılıyordu profesör tarafından. O da belki.

Erkek kızın yatağının başının ucuna gelerek ona bir süre baktı. Eliyle gözlerinin etrafında daireler çizdi dikkatini çekebilmek için. Sonra aklına daha parlak bir fikir geldi ve kızın serum yemekten incelmiş bileklerine birer öpücük kondurdu. Kız gözlerini kıstı, kapattı, bileklerini kendine çekip serum şişesini yere devirdi. Kızın annesi tam “ne yaptın kızıma” diye çocuğun üstüne yürüyordu ki doktor araya girdi: “Durun kızınız ilk defa bariz bir tepki veriyor!..”

Evet kız gerçekten de bu öpücüklere tepki veriyordu. Gözlerindeki donuk bakışlar yerini isabetli göz kaydırmalarına bırakmıştı. Ve erkekle kızın gözleri bir noktada buluştu. Kız ona bakarak dilini damağına sürttü. Dudaklarını o şeklinde büzdü. “Aman Allahım bu bir mucize, bize bir şey söylemeye çalışıyor” dedi doktor. Anne “evet kızım ne istiyorsun kızım söyle hadi bize” deyip oturuverdi kızının başucuna. Baba uzakta sessizce ağlıyor kazadan beri ağızından düşürmediği tanrıya şükürler ediyordu şimdi.

Kız yaklaşık dört dakikalık bir uğraştan sonra “domates” deyiverdi. Domates mi? Evet diye onayladı kız. Domates. Bunu derken yanında oturmaya bile korkan erkek arkadaşını gösteriyordu. “Domates istiyorsan hemen getireyim” dedi annesi. Kız isterik bir çığlık atarak erkek arkadaşını gösterdi. “Do-ma-tes” Erkek de dahil olmak üzere odadaki kimse kızın ne dediğini tam olarak çözememişti. Hemşire babadan aldığı talimatla elinde bir iki kızarmış (belki biraz hormonlu) dev gibi domatesle içeri girdi. Kız hala erkek arkadaşına bakıp domates diyordu. Hemşirenin uzattığı domatesler kızın kucağına kondu. Kızın gözleri o ana kadar ilk defa güldü. Böylesine konuşmaya çalışmak onu gerçekten yormuştu ve bu belli oluyordu. Ancak tecrübeli doktor odada bu mucizeye sebep olan şartların bir ya da birkaçı değişmeden önce bir mucize daha bekliyordu: Acaba kız şuurlu bir biçimde mi konuşuyordu yoksa bu da doğanın insafsızca bir şakası mıydı?

Kız kucağında duran domatesi güçlükle eline aldı. Yavaşça kaldırarak yanağına sürdü. Sanki onu yiyecekmiş gibi değil, sevecekmiş gibi duruyordu. Sevdi de. Yanağında yukarıdan aşağı dolaştırdığı domatesi alıp erkek arkadaşının yanağına sürdü. Ve tekrar domates dedi. Önce baba kızım yaşayacaaaaak” diye bağırarak inletti odanın içini. Anne “kurtuldu kızım kurtuldu. Geri zekalı değil o”dedi. Fizik tedavi uzmanı “yaşasın motor hareketlerinde bir sorun yok. İnce detaylara kaçmadan hemen her şeyi yapabiliyor” dedi ortalık yere. Erkeğin anne babası bu sevince ortak olabilmek için kızın anne babasına sarıldılar.

Erkek “bana diyor” deyince odada bir sessizlik oldu. “Beni domates diye seviyor. Bana espri yapıyor…” Beyin cerrahı olan doktor “o zaman bilincinin yerinde olduğunu ve bunu da sizin sevginizin yaptığını söylemeliyiz” dedi göz yaşlarını tutamayan bir biçimdi. “Değerini bil oğlum bak şu an bu kelimeyi etmek onun için dişleriyle bir uçağı çekmek kadar zor. Bu domates kelimesi senin hayatında yeni bir dönüm noktası olabilir. Ve bundan sonra öğrendiği her kelime senin başarın olacaktır” dedi.

Bir an içi gururla doldu erkeğin. Kızın o zayıflıktan bitmiş vücuduna dokunmak istedi. Ama bunu yapamadı. çünkü göz yaşlarına boğulmuştu. O artık ebediyyen kız arkadaşının domatesiydi.

Kız hastaneden çıktıktan sonra erkek arkadaşı da yanında olmak üzere yoğun bir eğitim programından geçti. Temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek minicik bir kaç kelime öğrenebildi bu kadar hayatı boyunca. Ancak erkek arkadaşı hala onun domatesiydi. “Domates domates” diye bağırıp duran kızın ağızının kenarından akan salyaları büyük bir özveriyle silen genç “Haydi bana bir kez daha domates de bakayım” diyerek ona olan sevgisini sınamak istedi. Hayatta hiçbir kelime bundan daha romantik ve anlamlı olmamıştı.

11 Ağustos 2012 Cumartesi


Martılar

Bundan yüzyıllar önce deniz aşırı, çok güzel bir ülke varmış. Tabi her masalda olduğu gibi bu masalda da o ülkenin bir kralı ve tabii ki bir de prensesi varmış. Prenses dünyalar güzeli bir kızmış. Kralın emri ile her gün prenses dolaşmak için saray muhafızları ile birlikte sarayın dışına çıktığında ona bakmak yasakmış.

Halk onun dolaşmaya çıktığı ilan edildiğinde eğilir ve gözlerini kapatır, ya da evlerine kaçışırmış. Onu görmenin bedeli ölümle cezalandırılırmış. Günlerden bir gün yine prenses dolaşmak için çıktığında.

Fakir bir köylü delikanlı iradesini yenememiş ve yavaşça başını kaldırıp prensese bakmış ve başını kaldıran fakir delikanlı ile prenses o anda göz göze gelmişler. Tabii ki. Tahmin edeceğiniz gibi fakir delikanlı pensese inanılmaz bir aşkla tutulmuş. Prensesin de o derin bakışlarının boş olmadığını düşünen fakir delikanlı günlerce uyuyamamış ve ölümü bile göze almak pahasına, prensesi bir kere daha görmek için uğraşmış durmuş.

Bu arada fakir delikanlıya da tutulan güzel prenses onun zarar görmemesi için günlerce kendini saraya kapatmış. Sonunda dayanamayan fakir delikanlı her şeyi göze alarak gizlice sarayın bahçe duvarına tırmanmış ve prenses ile bir kere daha göz göze gelmişler.

Fakir delikanlı hemen duvardan atlamış ve prensesle konuşacağı anda saray muhafızlarına yakalanmış. Kralın karşısına götürülen delikanlı nasıl olsa ölümle cezalandırılacağını bildiğinden krala prensese duyduğu aşkını anlatmış. Kral ölüm emrini vereceği anda prensesin yalvarışlarına dayanamamış ve fakir delikanlıya başka bir ceza vermeyi kabullenmiş.

İşte hikayemizde zaten burada başlıyor. Hemen bir gemi hazırlattıran kral gidilebilecek en uzaktaki adaya bir fener yaptırmış ve fakir delikanlıyı da o adada yanlız yaşamaya mahkum etmiş.

Aradan bir kaç ay geçmesine rağmen prensesi unutamayan fakir delikanlı prensese olan aşkını kağıtlara dökmüş ve martılara anlatmaya başlamış. Artık bütün martılar fakir delikanlının prensese olan aşkından haberdarmış. Sonunda martılar bile fakir delikanlıyı anlamış ve yazdığı mektupları prensese götürmeye başlamışlar.

Ve zamanla prensesin de yazmış olduğu mektupları fakir delikanlıya götüren martılar aracılığı ile aşkları iyice büyümüş; ta ki bir sabah sarayın bahçesinde kahvaltı yaparken prensesin odasının penceresine ağzında bir mektupla konan martıyı kralın görmesine dek.

Tabii korkulduğu gibi olmamış. Ağlayan kızına sarılan kral, hayvanların bile bu aşkı anlarken kendisinin anlayamadığı için kendisinden utandığını söyleyerek prensese hemen bir gemi göndertip fakir delikanlıyı getirtip kendisi ile evlendireceğini söylemiş. Buna çok mutlu olan prenses hemen fakir delikanlıya bir mektup yazmış ve olanları anlatmış.

Tabii bu arada mektubu götürmek için bekleyen martıya da her şeyi anlatarak bütün martıları düğünlerine çağırmış. Buna çok sevinen martı mektubu bir an önce ıssız adaya götürmek için yola çıkmış.

Tam yolu yarılamışken yanından geçen bir kaç martı arkadaşına haber verip hepsinin düğüne davetli olduğunu söylemek için gagasını açtığında mektubun düştüğünü farketmiş. Ve mektubu tüm martılar hep birlikte aramaya başlamışlar. Fakat bir türlü bulamamışlar.

Bu arada prensesten mektup alamayan fakir delikanlı, yazmış olduğu mektupları göndermek için bir tek martı bile bulamamış. Biraz ilerisinde uçuyorlar fakat yanına gitmiyorlar ve mektubu arıyorlarmış. Prensesin kendisini unuttuğunu yahut istemediğini sanan fakir delikanlı martıların onun için gelmediğini düşünerek, fenerden kendisini kayaların üzerine atarak intihar etmiş.

Ve malesef kralın gemisi adaya vardığında fakir delikanlının soğuk bedeni ile karşılaşmışlar.

İşte o gün bugündür, her şeyi düzeltmek için denizler üzerinde uçan martılar o mektubu ararlar. O mektubu bularak o inanılmaz sevgiyi ve her şeyi geri getiriceklerini sanırlar ve bu yüzden de hep denizler üzerinde uçarlar.



http://www.kamilemutlu.com


9 Ağustos 2012 Perşembe


Aynalar Diyarı

Aynalar diyarında ıssızlar sarayında varmış güzel bir prenses. Heybetli mi heybetli bir kralla biraz zavallı olan kraliçenin güzel kızlarıymış. Güzel dememize bakmayın varmış kusurları işte bundandır ki küsmüş aynalara.

Aynalarsa onla dost olmak için ellerinden geleni yapıyorlarmış. Bazen bir hizmetçinin elinde ona gözükmeye bazen de babasının elinde onla konuşmaya çalışıyorlarmış. Ama nafile işte, prensesimiz bir kere küsmüş bu dost aynalara.

Ona dost ne demek; düşmanlarmış. Çünkü onun kusurlarını direkt yüzüne gösteriyorlarmış, büyük bir cüretle. Annesi de kaçırırmış aynalardan onu; zavallığından dolayı kusursuz yetiştiremediği prensesini.

Babaya ne demeli; kızı güçlü olsun diye sürekli aynaları kızının dibine koyarak işte sen böyle kusurlu bir insansın dermiş sürekli. Prensesimiz kusursuz olması gerekirken, aynalarla kusurları arasında kalakalmış koskocaman sarayın içersinde.

Çok mutsuzmuş. Ama çok. Acı da çekiyormuş. Acıları kusurlarını,kusurları acılarını büyütürken, o da onların arasında yaşamaya çalışıyormuş. Bir yandan birşeylerin olmasını ve kurtarılmasını bekliyormuş. Bunun içinde her gece dua ediyormuş.

Peki ya aynalar; prensesleriyle barışıp onu ömür boyu mutlu kılabilmek için, onlar da tüm güçlerini toplayarak dua ediyorlarmış. Prensesimizin duası,aynalarımızın duası öyle bir güç oluşturmuş ki; Aynalar Diyarı’nın baş perisi, Ayna Perisi kendini birden prensesimizin başucunda buluvermiş.

Sormuş prensesimize; niye küstüğünü aynalara. Prensesimizde, hadlerini bilmeyen aynaların, küsmeyi hakettiklerini söylemiş, periye. Aynalara çıkışmış peri;nasıl bir cüretle koca krallığın mükemmel prensesine hadsiz davranabildiklerine dair.

Aynalar da yine büyük bir cüretle prensese dönerek,”Hadsizlik duygusu değil bizim sana vermek istediğimiz; kusurluluğun kusursuzluğu hissini vermek istedik sadece.”

Prenses pek birşey anlamamış. Prensesin tek bildiği kusurluysan prensesliği haketmediğinmiş. Bunu söylemiş, ısınmaya başladığı aynalara.

Yüzleri gülmeye başlayan aynalar da;”Bize daha dikkatli bak. Biz sadece çerçevelenmiş bildiğin aynalar değiliz. Anneniz, babanız, hizmetçileriniz; etrafındaki herkesiz. Onların kusurları var ya işte biziz onlar. Sen bizi reddettikçe biz büyüdük ve sarmaladık seni. Çünkü sana göstermek istedik kusursuzluğun kapısını açan anahtarın kusur olduğunu. Kusurlarındır sana güçlü olmayı, mücadeleci olmayı, istekli, komik olmayı öğreten. Bizi reddetmeye devam ederek, asıl büyük cüretkarlığı sen gösterip, acılı prenses olmaya mı devam edeceksin yoksa hala?” diye prensesi uyarmaya çalışmışlar.

Prenses bir mum yakmış, aynalara iyice yaklaştıktan sonra. Burnuna bakmış; şimdiye kadar büyüklüğünden şikayet ettiği burnuna. Bakmış bakmış ve anlamış ki; yüzüne o sempatikliği veren, asıl o koca burnuymuş.

Dudaklarına bakmış; inceliklerinden, küçüklüğünden dert yandığı dudaklarına. Onlar da birden gözüne kibar, narin, tatlı, hoş gelmeye başlamış. Sonra gözlerinin tam içine; ruhuna giden yola doğru bakakalmış. Bakmış bakmış ve ruhunu görmüş. Ruhunda da prensesliğini görmüş. Anlamış ki ister kusurlu olsun ister kusursuz, o prenses olmak için doğmuş bu dünyaya.

Kusursuzluk da işte tam buymuş; ne olduğunu bilip kabul etmek.


http://www.kamilemutlu.com


7 Ağustos 2012 Salı


Otuz Kuş

Kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş.

Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.

Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş.

Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp; papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş(oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış); Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış; baykuş yıkıntılarını özlemiş, balıkçıl kuşu bataklığını.

Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi "şaşkınlık" ve sonuncusu Yedinci Vadi "yokoluş"ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş. Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.

Simurg'un yuvasını bulunca ögrenmişler ki; "SİMURG ANKA - Otuz Kuş" demekmiş.

Onların hepsi Simurg'muş. Her biri de Simurg'muş. Simurg Anka'yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yokoluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız. Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır.


http://www.kamilemutlu.com

Kardelen Çiçeği Hikayesi

Şarkı ve şiirlere konu olan kardelen çiçeği romantikliğin ve umudun en güzel sembolüdür. Kardelen çiçeğinin pek çok sembolik adının olmasını...