anne etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
anne etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ağustos 2016 Cuma

Çocuk ve Elma Ağacı

Uzun zaman önce, küçük bir erkek çocuğunun çok sevdiği ve çevresinde her gün oyunlar oynadığı büyük bir elma ağacı vardı. Çocuk ağacın tepesine tırmanır, elmalar koparıp yer ve ağacın gölgesinde uzanıp kestirirdi. Çocuk ağacı sever, ağaç da küçük çocukla vakit geçirmekten çok hoşlanırdı.

Günler aylar birbirini kovaladı ve çocuk büyüdü. Artık her gün ağacın çevresinde oynamaya gitmiyordu. Ve bir gün, tekrar çıkageldi. Ancak bu kez üzgün görünüyordu ağacın eski dostu. Ağaç, “Hadi gel ve yine oyunlar oyna çevremde” dedi. “Artık çocuk değilim ve ağaçların çevresinde oynamayı bırakalı çok oldu.” diye yanıtladı arkadaşı ve iç geçirerek devam etti: “Oyuncak istiyorum ama oyuncak almak için param yok.” Ağaç hemen bir çözüm önerdi: “Maalesef benim de param yok” dedi. “Ama tüm elmalarımı alabilir ve onları satabilirsin. Böylece oyuncak için gerekli olan parayı çıkarmış olursun.” Çocuk heyecanla kabul etti bu öneriyi. Hızlıca tırmandı ağaca ve tüm elmaları tek tek toplayarak, gülümseyerek ayrıldı oradan. Ağaç, onun elmaları topladıktan sonra dönmemesine çok üzüldü.

Ve bir gün genç bir delikanlı olarak döndü çocuk. Ağaç heyecanla, “Hadi gel ve yine oyunlar oyna çevremde” diye seslendi. Delikanlı yanıtladı: “Oyuna harcayacak zamanım yok” dedi. “Ailem için çalışmam gerekiyor. Ve barınacak için bir eve ihtiyacımız var. Yardım edebilir misin?” Ağaç, “Hiç evim yok ki” dedi. “Ama eğer istersen, dallarımı kesebilir ve bir ev yapabilirsin.” Genç adam, elma ağacının tüm dallarını kesti ve gülümseyerek ayrıldı yanından. Ağaç, onu mutlu görmekten hoşnuttu ama... Genç adam yine dönmedi. Ağaç yine üzgün ve yalnız başına kalakalmıştı.

Derken... Sıcak bir yaz günü, adam ağacın yanına gitti. Ağaç onu görürgörmez mutlu olmuştu, “Hadi gel ve yine oyunlar oyna çevremde” dedi. “Yaşlanıyorum artık” diyerek yanıt verdi adam. “Denize açılıp biraz rahatlamak istiyorum. Bana bir tekne verebilir misin?” “Tekne yapmak için gövdemi kullanabilirsin” dedi ağaç. “Böylece denize açılıp biraz nefes alır, rahatlarsın.” Adam ağacın gövdesini kesti ve bir tekne yapıp denize açılmak üzere yola koyuldu. Uzun bir süre ortalarda görünmedi. Ve yıllar sonra yeniden geri geldi. Ağaç, “Kusura bakma çocuğum.” dedi. “Ama sana verebilecek bir şeyim kalmadı. Artık elmalar da yok.”, “Sorun yok” dedi adam. “Zaten bende de onları ısırabilecek dişler kalmadı.” Ağaç devam etti: “Tırmanabileceğin dallarım da yok.” Adam, “Tırmanabilmek için oldukça yaşlıyım” diye yanıt verdi. “Gerçekten.” dedi ağaç gözyaşlarıyla. “Gerçekten sana verebileceğim hiçbir şeyim yok. Geriye yalnızca çürüyen köklerim kaldı.”

Adam, artık benim de hiçbir şeye ihtiyacım yok, hiçbir şey istemiyorum” dedi. “Yalnızca oturup dinlenecek bir yer istiyorum. Geçip giden yıllar, beni öylesine yordu ki.” “Tamam” diye yanıtladı ağaç. “Yaşlı ağaç kökleri, uzanıp dinlenilebilecek en iyi yerdir. Hadi gel, gel de otur ve dinlen.” Adam toprağın üzerine oturdu, ağacın yüzeyde kalan küçük gövde kalıntısına yaslandı. Ağaç, yine de mutluydu. Gözyaşlarına aldırmaksızın, mutluluktan gülümsüyordu bile.

Aslında bu, herkesin, hepimizin öyküsüdür. Ağaç, aynen aile gibidir. Çocukken anne ve babamızla oynamaya, vakit geçirmeye bayılıyoruz. Ne zaman ki büyüyoruz, o zaman terk ediyoruz onları. Ancak bir şeye gereksinim duyduğumuzda gidiyoruz yanlarına. Ya da dara düştüğümüz, işin içinden çıkamadığımız anlarımızda arıyoruz onları. Ne olursa olsun, biliyoruz ki ailemiz her anımızda orada, elimizi uzatsak tutacağımız kadar yakınımızdadır. Ve bizi mutlu etmek için her şeyi yapmaya hazırdır. Çocuğun ağaca merhametsizce davrandığını düşünmüş olabilirsiniz. Biz de ailemize karşı çok zaman böyle davranmıyor muyuz?

İtiraf edelim. Onların bizim için yaptıklarının değerini görebiliyor, bizim için bulundukları özverilerin ayırdına varabiliyor muyuz, çok geç olana dek?

www.kamilemutlu.com

25 Mayıs 2013 Cumartesi


Beni sever misin?

İçeri girer girmez neşeyle bağırdı:
- Anne biliyor musun bugün yuvada ne oldu?

- Görmüyor musun ? Telefonla konuşuyorum.

Hiç kimsenin sevdiği şey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu, babası arabayı seviyordu. Herşey erteleniyordu telefon ve araba sözkonusu olduğunda... Bir de eve misafir gelecek oldu mu kendisine hiç yer kalmıyordu. Nerelere gitsindi?

Annesi kapattı telefonu. Mutfaktan tencere sesleri geliyordu. Koşarak yanına gitti:
-Sana yardım edeyim mi ? dedi en sevimli halini takınarak, Annesi manalı manalı baktı:
-Hayırdır. Bir yaramazlık filan ? Bak bir de seninle uğraşmayayım. Çok yorgunum zaten.

Yorgunluk nasıl birşeydi ? Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında anneannesi oyuncağı yavasça elinden alır :
-Nasıl yorulmuş yavrucak. Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni, diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi.

Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer, neden annesi kendisiyle böyle kızgın kızgın konuşuyordu.

-Anneciğim yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Anneannem öyle söylüyor.

-Uykuya dalayım da gül kokuları kusur kalsın.Yorgunluktan ölüyorum.

Bu kelimeden nefret ediyordu."Yorgunum, Yorgun olduğumdan, Böyle yorgun, yorgunken"
-Anneciğim sen yorulma, diye...

-Yemekte konuşuruz çocuğum.Bankada işler yetişmedi. Baban gelene kadar bunları bitirmem lazim.Hadi sen oyna biraz.

Hani siz yoruluyorsunuz ya...Eeee....Bende oynamaktan yoruluyorum. Ne yapayım bilmem???...

Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı. Işıklar söndü birden. Annesi öfkeyle söylenmeye başladı.

-Mum da yok !! diye diye karıştırdı dolapları el yordamıyla. Çocuk sırtüstü yatıp, anneannesinin köyünü düşündü. Gaz lambasının ışığında deli tavşan masalını anlatışını.

Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne. Anneannesi gibi iki ellerini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavşan kafası yaptı. ''Bak deli tavşan'' diyerek parmaklarını oynattı. Yoldan geçen arabaların farları duvardaki tavşana yol açtı. Tavşan alabildiğine hür dolaştı sağda solda.

Otlarla kuşlarla konuştu. Sonra yorgun düştü. Duvardaki görüntü minik avuçların açılmasıyla kayboldu. Kolu yavaşca kanepeden aşağı sarktı. Neden sonra ışıklar geldi.

Kadın çocuğun hiç konuşmadığını akıl etti. Birden kanepeye koştu. Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı. Masanın üstündeki dosyalara baktı igrenerek. Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini.

Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu. Çocuk sanki bir ipucu bekliyormuşcasına aralanan gözleriyle mırıldandı;

- İşin bitince beni sever misin anne? dedi.

Kadın, sevilmek için randevu alan çocuğuna bakarak sabaha kadar ağladı .



http://www.kamilemutlu.com

14 Mart 2013 Perşembe


Yüreğinde Büyümek

Okulda birinci sınıf ögrencileri bir aile fotoğrafı üzerinde tartışıyolarlardı. Fotoğraftaki küçük çocugun saç rengi ailenin öteki bireylerinin saç rengiyle degişikti....

Öğrencilerden biri o küçük erkek çocugunun belkide evlat edinilmiş olabileceğini söyledi. Onun bu sözünü duyan küçük bir kız öğrenci sesini birden yükselti.

-Ben evlat edinme konusunda her şeyi bilirim çünkü ben bir evlatlığım.

Sınıftaki başka bir öğrenci sordu..
-Madem biliyorsun bize anlatsana .Evlat edinmek ne demektir.??

Küçük kız kendinden emin bir biçimde bilgisini özetledi:
-Annenin karnında degil yüreğinde büyümüşsün demektir ..


http://www.kamilemutlu.com

22 Şubat 2013 Cuma


Zihinsel Güç

İki çocuklu bir aile hafta sonunu piknik yaparak geçirmeye karar verirler.

Piknik yerine vardıklarında anne yemeği hazırlarken, çocuklar babalarıyla birlikte yürüyüşe çıkar. Uzun bir yürüyüşten sonra oldukça yorulan küçük çocuk yalvarırcasına bakan gözlerle, "Babacığım çok yoruldum. Lütfen beni kucağında taşır mısın?" der.

Baba; "Ben de yorgunum oğlum"' der demez çocuk ağlamaya başlar. Baba tek kelime etmeden ağaçtan bir dal keser. Dalı bıçakla biçimlendirip,çocuğa zarar vermeyecek biçimde yontar. Sonra dalı oğluna verir."Al oğlum, sana güzel bir at" der.Çocuk sevinçle dal parçasından yontulmuş ata biner ve sıçrayarak, ata vurarak annesinin yanına doğru gitmeye başlar.

Babasını ve ablasını geride bırakmıştır bile...

Baba gülerek kızına: "İşte yaşam budur kızım. Bazen zihnen ya da bedenen kendini çok yorgun hissedeceksin. İşte o zaman kendine değnekten bir at bul ve neşe ile yoluna devam et. Bu at bir arkadaş, bir şarkı, bir çiçek, bir şiir yada bir çocuğun tebessümü olabilir."

Değnekten atınız hiç eksik olmasın...



http://www.kamilemutlu.com



23 Ocak 2013 Çarşamba


Eve Dönüş

Bu, Vietnam'da savaşan ve sonunda evine dönecek olan John adında bir askerin hikayesidir.

John evine gitmeden önce, San Francisco'da bulunan anne Babasına telefon açtı." Sevgili anne ve babacıgım, sonunda eve geliyorum ama birşey sormak istiyorum. Bir arkadaşımı da beraber eve getirebilir miyim?

"Tabii ki " diye cevapladılar. "Onunla tanışmaktan mutluluk duyarız".

Ama bilmeniz gereken birşey var" diye John devam etti," o savaşta ağır yaralandı. Kara mayınına bastı ve kolu ile bacağını kaybetti.Başka gidecek hiçbir yeri yok. Onun bize gelmesini ve bizimle yaşamasını istiyorum". "

Bunu duyduğuma çok üzüldüm oğlum, belki kalacak başka bir yer bulması için ona yardımcı olabiliriz"

"O hayır , onun bizimle yaşamasını istiyorum "

"Oğlum," dedi babası, "sen ne istediğinin farkında değilsin. Böyle büyük bir sorunu olan birisi bizi çok rahatsız eder. Bizim kendi hayatımız var ve böyle farklılığa izin veremeyiz.Bence sen eve gelmeli ve bu çocuğu unutmalısın. O kendi yaşamını devam ettirmenin bir yolunu bulacaktır."

O andan sonra, John telefonu kapattı. Anne ve babası ondan başka bir söz duymadılar...

Birkaç gün sonra, San Francisco polisinden bir telefon geldi.Oğullarının bir binadan düşerek öldüğünü söylediler. Polise göre intihardı. Anne ve baba telaşla uçağa binerek Oğullarının teşhisini yapmak için San Francisco'daki teşhis morguna gittiler. John'u teşhis etmişlerdi. Ama gözleri faltaşı gibi açılarak... Bilmedikleri bir şeyi fark ettiler.

John'un bir bacağı ve bir kolu yoktu...


http://www.kamilemutlu.com

16 Kasım 2012 Cuma


Domates

Korkunç bir trafik kazasıydı. Oysa her şey ne kadar da güzel başlamıştı. Ailelerden ilk defa beraber tatile çıkmak için izin almışlardı. Arabayı götürme iznini de kopartmıştı babasından erkek. Kız ailesine yalan söylemişti tabii “okuldan kız arkadaşlarla tatile gidiyoruz” diye. Arabada mutlu birkaç gün geçirebilecekleri o sakin kıyıya doğru yol almaktaydılar. Hayat çok güzeldi. Ama trafik kazası korkunçtu.

Tam o hızla gidilen yolun üstünde kavşaklardan birinde direksiyon kendi istediği gibi dönmeye başladı. Araba onların istemedikleri bir yöne doğru gitmeye başladı. Sanki araba durdu, yolun kenarındaki banketler arabaya doğru geldi. Geldi, geldi, geldi, geldi… Sanki üç dört saat boyunca geldi bu banket üstlerine. Korkunç ve çok sesli bir trafik kazası oldu.

İnsan kaza anında nasıl hisseder, bunu kaza yapmayanlar asla bilemez. Arabayı kullanan erkek direksiyonun kendi kontrolünden çıkmasından sonra, bariyerlere çarpamadan hemen önce kızla göz göze geldi. “Yapabileceği bir şey yok kusura bakma” gibi bir bakış attı ona. Kız çığlığını atmadan önce “senin suçun olmadığını biliyorum” gibi bir bakışla cevap verdi ona. Çarpışma anında camdan fırlayan kızın son mantıklı sözleri oldu bunlar. Erkek kızın camdan çıktığını görür gibi oldu. Sonra direksiyon yüzüne doğru yaklaştı, yaklaştı, önce burnunda bir acı… Sonrası karanlık.

Erkek gözünü açtığında duvarda sıvaları dökülen bir hastanede buldu kendini. Başında sargılar vardı, tek gözü kapalıydı. Doktorlar sağa sola koşuşturuyordu. Bir an anne ve babasını görür gibi oldu ve bir ses yankılandı kafasının içinde: “Ameliyatı bu iğrenç hastanede yaptırmam. Şehire götürelim onu… Kızı tanımıyorum ama…” Sonra tekrar derin bir karanlık.

Derin bir sessizlik ve soğuk. Sabah yatağında yattığını, üstünün açık olduğunu düşündü ilk önce. Hani neredeyse yorganını arayacaktı. Ama elini kaldıramadı. Elinin üstünde bir yığın kablo ve ıvır zıvır vardı. Gözlerini açmadan diğer elini yatağın kenarlarında gezdirdi. Etrafında iskeleler örülmüştü. Hastane yatağıydı bu. Evi olmadığı kesindi yani. “Ayılıyor” gibi bir ses duydu. “Artık zamanı gelmişti” dedi karizmatik diğer bir ses. Midesi bulanıyordu. Kusmak istedi ancak midesinde kusacak bir şey yoktu ve tekrar kendinden geçti.

Yavaş yavaş kendine geldiğinde hemşireler belinin altına yastık koyup yemek yiyebilmesi için yatağına doğru portatif bir masa yaklaştırıyorlardı. Ama canı kesinlikle yemek yemek istemiyordu. Önce hangi yılda olduklarını sordu. Aynı yıldalardı. Aylardan ne olduğunu sordu. Evet ay da değişmemişti. Ama ya günler… Kazadan sonra yaklaşık yirmi gün geçmişti. Kendi için biraz üzüldükten sonra aklına kız arkadaşı geldi. Hemşire bilemiyorum kim olduğunu deyip odadan çıktı. Hemşirenin çıkmasıyla beraber içeri annesi girip hasretle sarıldı. Sanki birkaç zamandır görüşemeyen iki eski dost gibi kucakaştılar. “Anne o nasıl” dedi sesindeki korkuyu gizlemeye çalışarak. “Bir şeyi yok” dedi annesi. Annesine camdan çıkan insanların genellikle kötü olacaklarını hatırlatınca annesinin dili çözüldü.

Kız arkadaşı arabanın camından çıktıktan sonra başını çok kötü vurmuştu. İlk kaldırıldıkları hastanedeki yetersiz imkanlar yüzünden hemen beyin ameliyatına girmesi de mümkün olamamıştı. Doktorlar bu yüzden kesin bir beyin ölümünden bahsetmişlerdi bir ara. Katatoni denilen ve insanın senelerce sürecek bir uykuda kalmasına neden olabilecek bir hastalık. Ama kızın anne ve babası Amerikalardan en büyük profesörlerini, cerrahları getirdiler. En azından katatoniden çıkmıştı kız. Artık uzun süreli uykularda yatıp kalmayacaktı. Peki kendinde miydi? Henüz değil.

Aradan iki ay geçince hastaneden çıkmasına izin verdiler erkeğin. Hava, tatile gittikleri günkü gibi değildi artık. Mevsim yavaş yavaş yağmura dönmeye başlamıştı. Dışarının isli kokusu, hastanenin ilaçlı kokusundan bin kat daha iyiydi. Uzun zamandır haber alamadığı kız arkadaşını görmeye gidecekti. Eve uğramadan gidecekti. Anne ve babasına itiraz hakkı tanımadığını, eğer itiraz ederlerse eve dönmeyi reddedeceğini de söylemişti. Anne ve babası çok kalmaması şartıyla onu kız arkadaşının yanına götürmeyi kabul ettiler.

Kız arkadaşının anne ve babası onu ilk önce soğuk karşıladılar. Öyle ya bu zibidinin kötü kullandığı araba yüzünden kızlarının başından iğrenç bir kaza geçmişti. Bu zibidinin buraya gelmesini bile yasaklarlardıya… Doktor onlara kızın sevgilisini görmesinin iyi olabileceğini söylemişlerdi. Hele ki bu haldeyken. Erkek kızın odasına ilk girdiğinde kızı gülerek kendini karşılamak için bekler buldu. Ama içeri girip yatağın yanına kadar geldiğinde kızın aslında gülmediğini, yüzündeki gülümsemenin mutluluktan çok bilinçsizlikten gelen soğuk bir bakıştan farksız olduğunu anladı. Kız hiçbir şey hatırlamıyor, hiçbir şey söyleyemiyordu. Sadece gözleriyle etrafındakilere bir şeyler anlattığı sanılıyordu profesör tarafından. O da belki.

Erkek kızın yatağının başının ucuna gelerek ona bir süre baktı. Eliyle gözlerinin etrafında daireler çizdi dikkatini çekebilmek için. Sonra aklına daha parlak bir fikir geldi ve kızın serum yemekten incelmiş bileklerine birer öpücük kondurdu. Kız gözlerini kıstı, kapattı, bileklerini kendine çekip serum şişesini yere devirdi. Kızın annesi tam “ne yaptın kızıma” diye çocuğun üstüne yürüyordu ki doktor araya girdi: “Durun kızınız ilk defa bariz bir tepki veriyor!..”

Evet kız gerçekten de bu öpücüklere tepki veriyordu. Gözlerindeki donuk bakışlar yerini isabetli göz kaydırmalarına bırakmıştı. Ve erkekle kızın gözleri bir noktada buluştu. Kız ona bakarak dilini damağına sürttü. Dudaklarını o şeklinde büzdü. “Aman Allahım bu bir mucize, bize bir şey söylemeye çalışıyor” dedi doktor. Anne “evet kızım ne istiyorsun kızım söyle hadi bize” deyip oturuverdi kızının başucuna. Baba uzakta sessizce ağlıyor kazadan beri ağızından düşürmediği tanrıya şükürler ediyordu şimdi.

Kız yaklaşık dört dakikalık bir uğraştan sonra “domates” deyiverdi. Domates mi? Evet diye onayladı kız. Domates. Bunu derken yanında oturmaya bile korkan erkek arkadaşını gösteriyordu. “Domates istiyorsan hemen getireyim” dedi annesi. Kız isterik bir çığlık atarak erkek arkadaşını gösterdi. “Do-ma-tes” Erkek de dahil olmak üzere odadaki kimse kızın ne dediğini tam olarak çözememişti. Hemşire babadan aldığı talimatla elinde bir iki kızarmış (belki biraz hormonlu) dev gibi domatesle içeri girdi. Kız hala erkek arkadaşına bakıp domates diyordu. Hemşirenin uzattığı domatesler kızın kucağına kondu. Kızın gözleri o ana kadar ilk defa güldü. Böylesine konuşmaya çalışmak onu gerçekten yormuştu ve bu belli oluyordu. Ancak tecrübeli doktor odada bu mucizeye sebep olan şartların bir ya da birkaçı değişmeden önce bir mucize daha bekliyordu: Acaba kız şuurlu bir biçimde mi konuşuyordu yoksa bu da doğanın insafsızca bir şakası mıydı?

Kız kucağında duran domatesi güçlükle eline aldı. Yavaşça kaldırarak yanağına sürdü. Sanki onu yiyecekmiş gibi değil, sevecekmiş gibi duruyordu. Sevdi de. Yanağında yukarıdan aşağı dolaştırdığı domatesi alıp erkek arkadaşının yanağına sürdü. Ve tekrar domates dedi. Önce baba kızım yaşayacaaaaak” diye bağırarak inletti odanın içini. Anne “kurtuldu kızım kurtuldu. Geri zekalı değil o”dedi. Fizik tedavi uzmanı “yaşasın motor hareketlerinde bir sorun yok. İnce detaylara kaçmadan hemen her şeyi yapabiliyor” dedi ortalık yere. Erkeğin anne babası bu sevince ortak olabilmek için kızın anne babasına sarıldılar.

Erkek “bana diyor” deyince odada bir sessizlik oldu. “Beni domates diye seviyor. Bana espri yapıyor…” Beyin cerrahı olan doktor “o zaman bilincinin yerinde olduğunu ve bunu da sizin sevginizin yaptığını söylemeliyiz” dedi göz yaşlarını tutamayan bir biçimdi. “Değerini bil oğlum bak şu an bu kelimeyi etmek onun için dişleriyle bir uçağı çekmek kadar zor. Bu domates kelimesi senin hayatında yeni bir dönüm noktası olabilir. Ve bundan sonra öğrendiği her kelime senin başarın olacaktır” dedi.

Bir an içi gururla doldu erkeğin. Kızın o zayıflıktan bitmiş vücuduna dokunmak istedi. Ama bunu yapamadı. çünkü göz yaşlarına boğulmuştu. O artık ebediyyen kız arkadaşının domatesiydi.

Kız hastaneden çıktıktan sonra erkek arkadaşı da yanında olmak üzere yoğun bir eğitim programından geçti. Temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek minicik bir kaç kelime öğrenebildi bu kadar hayatı boyunca. Ancak erkek arkadaşı hala onun domatesiydi. “Domates domates” diye bağırıp duran kızın ağızının kenarından akan salyaları büyük bir özveriyle silen genç “Haydi bana bir kez daha domates de bakayım” diyerek ona olan sevgisini sınamak istedi. Hayatta hiçbir kelime bundan daha romantik ve anlamlı olmamıştı.

15 Kasım 2012 Perşembe


İki Küçük Ruh

Anne rahmine düsen ikiz kardeşler önceleri herşeyden habersizmiş. Haftalar birbirini izledikçe onlar da gelişmişler. Elleri, ayakları, iç organları oluşmaya başlamış. Bu arada, etraflarında olup biteni farketmeye başlamışlar. Bulundukları rahat, güvenli yeri tanıdıkça mutlulukları artmış. Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlarmış: Bizim,"Anne rahmine düsmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi? Hayat ne guzel şey be kardeşim!"

Büyüdükçe, içinde yaşadıkları dünyayı keşfe koyulmuşlar. Öyle ya, hayatın kaynağı neymiş? İşte bunu araştırırken, karşılarına anneleriyle onları birbirine bağlayan kordon çıkmış. Bu kordon sayesinde, hiçbir zahmet çekmeden, güven içinde beslenip büyütüldüklerini tesbit etmişler.

"Annemizin şefkati ne kadar büyük! Bize bu kordonla ihtiyacımız olan herşeyi gönderiyor."

Artık aylar birbiri ardınca geçiyor. İkizler hızla büyüyor, diğer bir deyişle "yolun sonu"na yaklaşıyormuş. Bu değişiklikleri hayretle gözlemlerken, bir gün gelip bu güzelim dünyayi terkedeceklerinin işaretlerini almaya başlamıslar.

Dokuzuncu aya yaklastıklarında, bu işaretleri daha kuvvetli hissetmeye başlamıslar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş:

"Neler oluyor? Bütün bunların anlamı nedir?"

Öteki daha sakin aklı başındaymış. Üstelik, bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor; duyguları daha geniş bir alemi arzuluyormuş. O cevap vermiş:

"Bütün bunlar, bu dünyada daha fazla kalamayacağız anlamına geliyor."

Ve eklemiş: "Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz."

"Ama ben gitmek istemiyorum." Diye haykırmış kardeşi. "Hep burada kalmak istiyorum."

"Elimizden gelen birşey yok. Hem, belki doğumdan sonra hayat vardir."

"e hayat veren o kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki?" Diye cevaplamış öteki. "Bize hayat veren kordon kesilirse nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana?.. Hem, bak bizden önce başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiçbirisi geri gelmemiş ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söylesin... Hayır bu herşeyin sonu olacak."

Bütün bunları söyledikten sonra eklemiş:

"Hem belki de anne diye birşey yok!"

"Olmak zorunda " diye itiraz etmiş kardeşi. "Buraya başka türlü nasıl gelmiş olabiliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?"

"Sen hiç anneni gördün mü? Diye üstelemiş öteki. "O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu düsüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk."

Böylece, anne rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçmiş.

Sonunda doğum anı gelmiş çatmış. İkizler dünyalarını terkettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve sevinçten ağlamaya başlamışlar.

Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş.....



http://www.kamilemutlu.com

14 Ekim 2012 Pazar


Bakış Açısı

Arjantinli ünlü golf ustası Robert de Vincenzo, yine bir turnuvayı kazanmış, ödülünü alıp kameralara poz vermiş ve kulüp binasına gidip oradan ayrılmak üzere hazırlanmıştı. Bir süre sonra binadan çıkıp otoparktaki arabasına yürürken yanına bir kadın yaklaşmış.

Kadın, başarısını kutladıktan sonra ona çocuğunun çok hasta ve ölmek üzere olduğunu anlattı. Zavallı kadının hastane masraflarını ödemesi olanaksızdı. Kadının anlattığı öykü De Vincenzo'yu çok etkilemişti, hemen cebinden bir çek defterine ve kalem çıkarttı, turnuvadan kazandığı paranın bir miktarını yazdı.

Çeki kadının eline sıkıştırırken de ona:
- 'Umarım bebeğinin iyi günleri için harcarsın...' dedi.

Ertesi hafta kulüpte öğle yemeği yerken, Profesyonel Golf Derneği'nin bir görevlisi yanına geldi.
- 'Otoparktaki görevli çocuklar bana geçen hafta turnuvayı kazandıktan sonra yanınıza bir kadının geldiğini ve onunla konuştuğunu söylediler' dedi.

De Vincenzo evet anlamında başını salladı.
'Evet' dedi

Görevli:
- 'Size bir haberim var o zaman. O kadın bir sahtekardır. Üstelik hasta bir çocuğu da yok! '
- 'Sizi fena halde kandırmış efendim! ' dedi alaycı bir tavırla.

De Vincenzo;
- 'Yani ortada ölümü bekleyen bir bebek yok mu? ' dedi.

- 'Hayır, yok' dedi görevli.

- 'ışte bu, bu hafta duyduğum en iyi haber! ' dedi De Vincenzo.

'AYNI PENCEREDEN DIŞARI BAKAN İKİ ADAMDAN BİRİ SOKAKTAKİ ÇAMURU, DİĞERİ İSE GÖKTEKİ YILDIZLARI GÖRÜR.'  Frederick Langbridge.


http://www.kamilemutlu.com

22 Eylül 2012 Cumartesi


Mümkün Olmuyor Ağlamak Ama Sol Yanım Acıyor


Merhaba anne
Yine ben geldim
Merak etme okuldan çıktımda geldim

Annelerde babalar gibi merak eder mi bilmiyorum ama Ali Okula gitmezsen annem çok kızar merak eder demişti de. Onun için Söylüyorum Geçen hafta öğretmen Sağ elimde sarımsak Sol elimde soğan dedirte öğretti sağımı solumu. Ben biliyorum artık anne sağımı solum neresi. Ağrıyan yanımın neresi olduğunu şimdi iyi biliyorum anne. Hani geçen geldiğimde şuram acıyor işte şuram demiştim de. Bir türlü söyleyememiştim ya acıyan yanımı anne bak şimdi söylüyorum şuram işte sol yanım çok acıyor anne.

Hem de her gün acıyor anne her gün.. Dün sabah annesi Ayşe’nin saçlarını örmüştü elinden tutup okula getirdi. Yakası da dantel di zil çalınca öptü hadi yavrum sınıfa dedi. Ben de ağladım. Ağladım hiç de utanmadan. Öğretmen ne oldu dedi. Düştüm dizim çok acıyor dedim. Yalan söyledim anne Dizim acımıyordu Ama sol yanım çok acıyordu anne.. Bu gün ben de saçım örülsün istedim, babam ördü ama onunki gibi olmadı. Dantel yaka istedim.. Babam Ben bilmem ki kızım dedi. Bari okula sen götür dedim. Kızım iş dedi.

Bende bana ne dedim ağladım. kızım ekmek dedi babam.. Sustum ama okula giderken yine ağladım anne. Ha bi de sol yanım yine çok acıdı anne. Herkesin çorapları bembeyaz, benimkiler gri gibi. Zeynep annem beyazlara renkli çamaşır katmadan yıkıyormuş dedi. Babam hepsini birden yıkıyor. Babam çamaşır yıkamasını bilmiyor mu anne. Uff babam her gün domates peynir koyuyor beslenmeme.Üzülmesin diye söylemiyorum ama, arkadaşlarım her gün kurabiye börek pasta getiriyor. Biliyorum babam pasta yapmasını bilmez anne. Hava kararıyor ben gideyim anne. Babam bilmiyor kaçıp sana geldiğimi. Duyarsa kızmaz ama çok üzülür biliyorum

Kim bozuyor toprağını, Çiçeklerini kim koparıyor. İzin verme anne ne olur toprağına el sürdürme. Eve gidince aklıma geliyor bide bunun için ağlıyorum. Bak kavanozda biriktirdim. Üzerine de resmini yapıştırıp başucuma koydum. Her sabah onu öpüyor kokluyorum. Kimseye söyleme ama anne, bazen de konuşuyorum onunla. Ne yapıyım seni çok özlüyorum anneHa unutmadan, öğretmen yarın anneyi anlatan bir yazı yazacaksınız dedi. Ben babama yazdıracağım. Öğretmen anlarsa çok kızar ama bana ne kızarsa kızsın. Ben seni hiç görmedim ki neyi nasıl anlatacağım anne. Senin adın geçince sol yanım acıyor anne, hiçbir şey yutamıyorum bazen de dayanamayıp ağlıyorum. Kağıda da böyle yazamam ya anne. Ben gidiyorum anne. Toprağını öpeyim sen de rüyama gel beni öp. Mutlaka gel anne.

Sen rüyama gelmeyince, Sol yanımın acısıyla uyanıyorum anne. Sol yanım acıyor anne. İşte tam şurası. Sol yanım çok acıyor anne. Seni çok özledim. Anne çoook...



http://www.kamilemutlu.com

25 Ağustos 2012 Cumartesi


Çocukça Düşünebilmek

Selma, 6 çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğuydu, bana geldiğinde 8 yaşındaydı. Selma'nın onu psikolojik olarak susmaya iten, seçici konuşmazlık dediğimiz sürece getiren olaylar beş yaşındayken başlamıştı.

Selma, beş kardeşi, anne ve babasıyla kendi alinde normal bi yasam sürerken bir gün annesi hastalanıyor. O dönemlerde beş yaşlarında. Kendisinden büyük iki abla, bir ağabey ve kendisinden küçük iki kardeş daha var.

Küçük kardeşin yeni doğduğu dönemde anne ciddi sağlık sorunlarıyla karşılaşıyor. Uzun süre tedavi görüyor. Yoğun uğraşılara rağmen iyileşmiyor. Hastane ortamından evine gidip son günlerini evinde huzur içinde yaşasın diye doktorlar tarafından eve gönderiliyor.

Birkaç ay evde babaanne , hala ve benzeri yakın akrabaların yardımıyla yaşatılıyor. Birgün hayata gözlerini kapatıyor. Anneye en fazla ihtiyaç duyulan dönemde anne, Selma'nın hayatından çıkıp gidiyor.

Aradan 1,5 yıl geçiyor. Kendi hallerinde bir şekilde yaşamaya alışıyorlar. Büyük kızlar evde yemek yapıp, en küçük çocuklara annelik yaparken, Selma babasıyla birlikte dükkanda çalışıyor.

Dükkanları evin hemen alt katında olduğu için baba endişe duymadan iş hayatına devam ediyor. Çocuklarını kimseye muhtac etmeden yük etmeden idare ediyor.

Bir gün ablalar ve ağabey, kardeşlerini alarak yakın akrabalarına gidiyorlar. Selma babasının yanından ayrılmıyor. Çok ısrar ediyorlar istemedigi için gitmiyor. Babası da gitmemesine ses çıkarmıyor.

Öğleden sonra baba kız dükkanı temizlemeye başlıyorlar. Selma babasının istediği gibi her yeri bi güzel temizleyip süpürüyor. Daha sonra radyoyu açıyor. Müzik dinlemeye başlıyor. Ancak dışardan gelen sesler nedeniyle müziği duyamadığı
için, sesini iyice açıyor. Babası da başının ağrıdığını söyleyerek müziğin sesini kısmasını istiyor.

Selma, babasının söylediğini duymamış gibi yapıyor. Hani çocuklar sıklıkla yaparlar ya..

Bir süre sonra babası, başının çok ağrıdığını söylüyor. Yüzü asılıyor. Selma, gidip gelip babayı kontrol ediyor baş ağrısı geçti mi diye. Babası baş agrısına dayanamayarak eve ilaç almaya çıkıyor. Sıcaktan bunaldığını, kendini kötü hissettiğini söylüyor. Dükkana dikkat etmesini hemen bi ağrı kesici alıp geleceğini de ekliyor.

Eve çıkıyor. Aradan epey zaman geçmesine rağmen baba yok. Bekliyor baba yok. Merak edip yukarıya babasına bakmaya çıkıyor.

Eve giriyor. Babasına sesleniyor. Cevap yok. Tam oturma odasına giriyor ki babası o anda Selmanın gözleri önünde kalp krizi geçirmeye başlıyor. Selma babasının çırpınmalarına, yerde yuvarlanmalarına, halıyı tırmalamasına…vs. şahit oluyor. Babası son nefesini verip yerde cansız yatarken , uyandırmaya çalışıyor.

Babası uyanmıyor….

Camdan aşağı doğru bağırmaya başlıyor:
"İmdat.. Babama bişey oldu… Yardım edin!.."

kısa süre içinde ev mahalle halkıyla doluyor…

cenaze işlemleri bitince 1,5 yıl önce anneleri ölen bu altı kardeşin ne olacağı tartışması başlıyor.. kimi "yanımıza alalım" , kimi "yuvaya verelim", kimi de "hepsine birden nsıl bakacağız" diyor. En sonunda akrabalar aralarında anlaşıyorlar."herbirimiz birisini alalım." Böylece çocuklar yurtlarda perişan olmaz, arada sırada da olsa birbirlerini görürler. Diye düşünüyorlar.

Selma' yı çok sevdiği halası alıyor. İki yıldır Selma yanlarında ve hiç konuşmuyor.

Duyduklarım beni çok etkilemişti. Daha önce gidilen uzmanların isimleri beni endişelendirmişti. Bir yandan da bir şeyler yapabilirim belki diye düşünmeden edemiyordum. Hikayesinden çok etkilendigim bu kızı merakla bekliyordum. Halası
olan biteni tek tek anlattı.

"Gelinimiz ve ağabeyimin ölümünden sonra bende Selmayı aldım, ama onu bir türlü mutlu edemedik. İki yıldır yüzü hiç gülmüyor. Kendiliğinden hiç bir şey yapmıyor. Sadece konuşmasa neyse ama sanki kurulmuş bir robot gibi.örneğin sofraya oturup yemek yiyeceğiz ." Hadi Selma sofraya otur!" diyoruz oturuyor. Hadi Selma artık kalkabilirsin demeden kalkmıyor. Önceleri aldırmadık. Baktık olmadı karşımıza aldık uzun uzun konuştuk anlattık. Ona evimizin bi kızı oldugunu, evdeki herkes kadar her şeye hakkı oldugunu… hiçbirisi fayda etmedi. Zamanla öfkelenip inadını kırmak için bazı taktikler uygulamaya başladık. Sofra hazır olunca gel otur demedik, aç kaldıgı günler oldu. Yada artık kalkabilirsin demedik saatlerce sofrada oturdu. Hadi artık uyu demedik , sabaha kadar koltukta öyle oturdu. Vicdanın yoksa söyleme…"

Onunla yaptığım ilk seans dün gibi aklımda. Hal hareketleri dinlemiyormuş gibi ama tüm alıcılarını bana cevirdiğini hissettiğim tavırları.

- Biliyormusun ben seni çok sevdim
- …..
- Vallahi çok ciddiyim, çok sevdim.
- ….
- Ne güzel hiç konuşmuyorsun, diğer çocuklar gibi kafamı şişirmiyorsun .

Gözlerimin içine bakıp gülümsemesini saklamak ister gibi dudaklarını ısırarak başını salladı.
- Biliyormusun bazen çocukların hayatlarında bazı şeyler yolunda gitmiyor, benim işimse bunları yoluna koymak. Beni dinlediğini biliyorum . hatta benimle konustugunu bile hissediyorum. Çocuklar benden yardım isterler, bende onara yardım ederim. Bu hep böyle oldu.
- ……
- Ama şu an işler değişti. Sana yardım etmeyi ben istiyorum. Eğer bana yardım edersen , izin verirsen seni susturan şeyin ne oldugunu bulurum. Gerçekten… inan bana…izin verirmisin?

Başını salladı!
Evet başını salladı!
- Elimde bazı resimler var, o resimleri cocuklara gösteriyorum onlarda bana resimlerle ilgili hikayeler anlatıyorlar. Onlar bana hikaye anlatınca bende onların mutlu olmasını sağlıyorum. Yani bütün sır hikayede. …. Biliyorum sen konuşmuyorsun. Ama hikaye anlatmak istersen, konustugunu kimseye söylemem. Bu ikimizin sırrı olur. Anlaştık mı?

Bir süre düşündü. Başını saga sola salladı. Evetle hayır arasında gidip geliyordu. Birden evet anlamına gelecek şekilde başını salladı.

Karşımdaydı… ben ona resimler gösteriyordum oda bana hikayeler anlatıyordu. İşimiz bittiğinde ona çok teşekür ettim. Anlattıklarını analiz etmeye bile gerek yoktu. O kadar saf, o kadar temiz, o kadar kendi hikayesini anlatmıştı ki…

Selma!nın bilinçaltı karmakarışıktı. İşte Selma'nın analizden geçmesine bile gerek bırakmayan, halasını dinlerken gözyaslarına boğan, beni analiz yaparken hıçkırıklara boğan hikayesi…

" Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar bir ülke varmış. Bu ülkede anne basıyla yaşayan çok mutlu çocuklar varmış. Çocuklar kardeş kardeş hep oynarlarmış, anne babaları onlara hiç kızmazlarmış.

Bir gün bu çocukların annesi hastalanmış. Çocuklar çok üzülmüş. Ama kimse çocukların üzüldüğünü anlamamış. Anneyi hep hastaneye götürmüşler. İlaçlar vermişler.hemde acı acı ilaçlar. Anne, sırf çocuklarını yalnız bırakmamak için içmiş bütün o acı ilaçları. Çocuklara hep annelerinin iyileşeceği söylenmiş. Bir gün anneyi eve getirmişler. Çocuklar anne geldi diye çok mutlu olmuşlar.

Anne hep yatakta yatmaya başlamış.artık cocuklarına yemekler yapmıyormuş. Çocuklar çok üzülmüşler. Annlerinin yanında oyunlar oynamaya başlamışlar. Annalerinin yanında niye oynuyorlarmış biliyormusun ? Anneleri eğlensin diye. Ama babaanneleri hep kızıyormuş onlara. Gürültü yapıp durmayın. Anneniz zaten sizin yüzünüzden hastalandı diye. çocuklar çok yaramazlık yaptı diye anne hastalanmış meger. Çocuklar da anne iyileşsin diye onu eğlendirmek istiyorlarmış ama kimse anlamıyormuş.herkes çocuklarını azarlayınca anneleri de cok üzülüyormuş..

Birgün anne ölmüş. Herkes ağlamış. Çocuklar annenin neden öldüğünü anlamış. Yaramazlık yaptılar diye.

Çocuklar evde babalarıyla yaşamaya başlamışlar. Bir gün anane gelip yemek yaparken, çocuklar gürültü yapmışlar. Anneanne onlara kızmış" kızım sizin yüzünüzden hasta oldu. Hiç annenizin sözünü dinlemediniz hasta ettiniz kızımı. Sizin yüzünüzden de öldü. Sözümü dinlemeyip gürültü yapar, çok konuşursanız beni de öldürüp ortada kalacaksınız. Kim bakacak size?" demiş.

Bir gün Selma , babasıyla dükkanda oturuyormuş. Ablaları kardeşleri amcalarına gitmişler.selma babasının yanından ayrılmak istememiş. Hiç gürültü yapmadan hep babasına yardım ediyormuş. Anneleri çocuklar evde yokken hastalanmış ya. Babası
yalnız kalır hastalanır diye yalnız bırakmak istemiyormus. Babaları çocuklarını hiç kızmıyormuş zaten. Gürültü yaptıklarında bile..

Selma dükkanda babasın ayardım etmiş, her yeri mis gibi yapmış. Elleri de acımış biraz. Radyoyu açmış. Babasının başı ağrımış. Kızım kapat şunun sesini demiş. Selma duymuş ama duymamazlıktan gelmiş. En sevdiği müzikler varmış.

Babası biraz sonra eve gitmiş. İlaç alıp gelecekmiş. Gitmiş gelmemiş. Selmanın hemen aklına anneannesiyle babaannesinin söyledikleri gelmiş. Annesi zaten cocukların yaramazlıgı yüzünden ölmüştü ya. Selma çok korkmuş eve çıkmış. Babasını aramış. Odaya girince bi bakmış, babası bişeyler yapıyor. Selma çok korkmuş. Babası Selmaya git der gibi işaretler yapmış. Selma gitmemiş. Babası yerde uyumaya başlayınca uyandırmaya çalışmış. Uyandıramayınca ağlamaya başlayıp komşuları çağırmış.

Sonra ev kalabalık olmuş. Selma kimseye söyleyememiş ama çok üzülmüş.. babası git dediği halde gitmemiş. Yine babasının sözünü dinlememiş. Eger gitseydi, müziğin sesini açıp babasının başını ağrıtmasaydı babası ölmeyecekti. Selma'nın
yüzünden öldü.

Sonra akrabalar çocukları paylaşmışlar. Selma ablalarından ayrılmak istememiş. Küçük kardeşini de çok seviyormuş. Halası yanına gelip" kızım sen artık benim kızımsın bizimle yaşayacaksın" demiş

Selma çok mutlu olmuş. Öyle mutlu olmuş ki, halasını çok seviyormuş, istediği zaman kardeşlerime götürüler diye düşünmüş.

Halasının evine gidince artık bunlar benim yeni anne babam demiş kendi kendine. Ama birden korkmaya başlamış. "Annemle babamı ben öldürdüm. Yaramazlık yaptım sözlerini dinlemedim. Yeni annemi babamı çok seviyorum. Ya onlara da bişey
olursa ben ne yaparım.?"

Sonra aklına bişey gelmiş. Gece yatmadan önce yatağının başucuna oturup dua etmeye başlamş.

"Allahım .. ben çok yaramaz bir kızım. Annem babam benim yüzümden öldü. Halamlar çok iyi insanlar. Ne olur benim yüzümden onları da yanına alma. Eğer onları da alırsan ben kimin yanında kalırım? Ne olur Allahım bana yardım et. Hiç konuşmamam için bana yardım et. Ne zaman gürültü yapıp söz dinlemesem annem babam ölüyor. Hep susmam için bana yardım et Allahım. Ne söylerlerse yapacağım, onlar söylemeden hiç bişey yapmayacağım… ne olur onları benden alma!.."

O günden sonra Selma hiç konuşmamış. Gülmemiş. Eğer gülersem evde gürültü olur, başları ağrıyıp ölürler diye korkmuş. Hep susmuş.

Hikayesi bitince Selma gözlerimin içine baktı ve ekledi;

"Biliyormusun? Hala her gece dua ediyorum. Allahım nolur konusmayayım., konusmamam için bana yardım et! Diye. Bazen çok mutlu oluyorum. O zaman çok korkuyorum sevinçten çığlık atarım da gürültü olur, annem ölür diye"

O küçük bedeniyle ne kadar büyük bir görev üstlenmişti.

Kaçımız en konuşkan, en geveze çağımızda kendimizi susturmayı başarabiliriz ki?

Kaçımız bir dondurma alındıgında bile sevinç çığlıkları atabilecekken, bu yogun duyguyu bastırıp susmaya devam edebiliriz ki ?

Kaçımız?

Bu kadar sevilmek… bu kadar değer verilmek…


Psikolog / Psikoterapist
Mehtap Kayaoğlu
Öpücük kutusu adlı kitabından



http://www.kamilemutlu.com

22 Ağustos 2012 Çarşamba


Sen Uyurken

Sevgili çocuğum, seni uyurken seyretmek, nefes alışını duymak için sessizce odana girdim. Gözlerin kapalı,huzur içindesin. Sarı buklelerin melek yüzünü çerçeveliyor.

Bir kaç dakika önce çalışma odamda çalışırken birdenbire içimin sıkıldığını fark ettim. Dikkatimi işime veremedim ve bu yüzden sessizce seninle konuşmak üzere odana geldim. Bu sabah, yavaş giyindiğin için sabırsızlanıp, Sana söylendim. Yemek fişini kaybettiğin için seni azarladım ve kahvaltı ederken gömleğine süt döktüğün için sana sert sert baktım.

"Yine mi?" dedim, içimi çekerek ve başımı kızgınlıkla iki yana salladım. Sense bana bakıp, tatlı tatlı gülümsedin ve bana "Hoşçakal, anneciğim!" dedin.

Öğleden sonra, sen odanda oynayıp,yatağına dizdiğin oyuncaklarına bağıra çağıra şarkı söylerken, ben telefon konuşmalarımı yapıyordum.

Sana sessiz olmanı işaret ettim, sonra yine bir saat kadar telefonda konuştum. Daha sonra bir asker gibi sana emir verdim, "Oyalanıp durma, çabuk ödevini yap!" Bana "Peki, anneciğim." dedin ve hemen çalışmaya koyuldun. Sonra da odandan hiçbir ses gelmedi.

Akşam ben masamın başında çalışırken, korkarak yanıma geldin ve bana umutla, "Anneciğim, bu gece kitap okuyacak mıyız?" diye sordun. Sana kesin bir dille, "Bu gece olmaz." dedim, "Odan hâlâ karmakarışık! Sana kaç kez anımsatacağım odanı toplamanı!" Başın önünde, odana gittin.

Çok geçmeden geri geldin ve kapının yanından bana bakınca, "Şimdi ne istiyorsun?" diye sordum aksi bir ses tonuyla. Hiçbir şey söylemedin. Yanıma geldin, boynuma sarıldın ve beni öpüp, "İyi geceler, anneciğim. Seni seviyorum!" dedin. Sonra da aceleyle odana gittin. Daha sonra, duyduğum vicdan azabı nedeniyle, boş boş masama bakarak uzun bir süre oturdum. Acaba neden böyle davrandım, diye düşündüm. Beni kızdıracak hiçbir şey yapmamıştın. Sadece büyümeye ve öğrenmeye çalışan bir çocuk gibi davranmıştın.

Bugün yetişkinlerin sorumluluklarla dolu dünyasında kendimi kaybettim ve sana harcayacak enerjim kalmadı. Bugün sen benim öğretmenim oldun, beni öpmeyi, bana iyi geceler dilemeyi unutmadın ve üstelik ruh halimin iyi olmadığını fark edip, parmaklarının ucunda gezindin.

Şimdi seni uyurken seyrediyorum ve bugünü yeni baştan yaşamak istiyorum. Yarın, ben de sana,bugün senin bana gösterdiğin anlayışı göstereceğim, böylelikle belki gerçek bir anne olabilirim -uyandığında sana sıcacık gülümseyip, okuldan geldiğinde sana moral vereceğim ve yatmadan sana kitap okuyacağım. Sen gülünce gülüp, sen ağlayınca ağlayacağım.

Kendime daha büyümediğini, bir çocuk olduğunu ve senin annen olmaktan mutluluk duyduğumu anımsatacağım. Bugün senin anlayışlı davranışın bana çok dokundu ve bu yüzden gecenin bu saatinde sana teşekkür etmeye geldim, çocuğum, öğretmenim ve arkadaşım olduğun ve bana gösterdiğin sevgi için...


http://www.kamilemutlu.com

9 Ağustos 2012 Perşembe


Aynalar Diyarı

Aynalar diyarında ıssızlar sarayında varmış güzel bir prenses. Heybetli mi heybetli bir kralla biraz zavallı olan kraliçenin güzel kızlarıymış. Güzel dememize bakmayın varmış kusurları işte bundandır ki küsmüş aynalara.

Aynalarsa onla dost olmak için ellerinden geleni yapıyorlarmış. Bazen bir hizmetçinin elinde ona gözükmeye bazen de babasının elinde onla konuşmaya çalışıyorlarmış. Ama nafile işte, prensesimiz bir kere küsmüş bu dost aynalara.

Ona dost ne demek; düşmanlarmış. Çünkü onun kusurlarını direkt yüzüne gösteriyorlarmış, büyük bir cüretle. Annesi de kaçırırmış aynalardan onu; zavallığından dolayı kusursuz yetiştiremediği prensesini.

Babaya ne demeli; kızı güçlü olsun diye sürekli aynaları kızının dibine koyarak işte sen böyle kusurlu bir insansın dermiş sürekli. Prensesimiz kusursuz olması gerekirken, aynalarla kusurları arasında kalakalmış koskocaman sarayın içersinde.

Çok mutsuzmuş. Ama çok. Acı da çekiyormuş. Acıları kusurlarını,kusurları acılarını büyütürken, o da onların arasında yaşamaya çalışıyormuş. Bir yandan birşeylerin olmasını ve kurtarılmasını bekliyormuş. Bunun içinde her gece dua ediyormuş.

Peki ya aynalar; prensesleriyle barışıp onu ömür boyu mutlu kılabilmek için, onlar da tüm güçlerini toplayarak dua ediyorlarmış. Prensesimizin duası,aynalarımızın duası öyle bir güç oluşturmuş ki; Aynalar Diyarı’nın baş perisi, Ayna Perisi kendini birden prensesimizin başucunda buluvermiş.

Sormuş prensesimize; niye küstüğünü aynalara. Prensesimizde, hadlerini bilmeyen aynaların, küsmeyi hakettiklerini söylemiş, periye. Aynalara çıkışmış peri;nasıl bir cüretle koca krallığın mükemmel prensesine hadsiz davranabildiklerine dair.

Aynalar da yine büyük bir cüretle prensese dönerek,”Hadsizlik duygusu değil bizim sana vermek istediğimiz; kusurluluğun kusursuzluğu hissini vermek istedik sadece.”

Prenses pek birşey anlamamış. Prensesin tek bildiği kusurluysan prensesliği haketmediğinmiş. Bunu söylemiş, ısınmaya başladığı aynalara.

Yüzleri gülmeye başlayan aynalar da;”Bize daha dikkatli bak. Biz sadece çerçevelenmiş bildiğin aynalar değiliz. Anneniz, babanız, hizmetçileriniz; etrafındaki herkesiz. Onların kusurları var ya işte biziz onlar. Sen bizi reddettikçe biz büyüdük ve sarmaladık seni. Çünkü sana göstermek istedik kusursuzluğun kapısını açan anahtarın kusur olduğunu. Kusurlarındır sana güçlü olmayı, mücadeleci olmayı, istekli, komik olmayı öğreten. Bizi reddetmeye devam ederek, asıl büyük cüretkarlığı sen gösterip, acılı prenses olmaya mı devam edeceksin yoksa hala?” diye prensesi uyarmaya çalışmışlar.

Prenses bir mum yakmış, aynalara iyice yaklaştıktan sonra. Burnuna bakmış; şimdiye kadar büyüklüğünden şikayet ettiği burnuna. Bakmış bakmış ve anlamış ki; yüzüne o sempatikliği veren, asıl o koca burnuymuş.

Dudaklarına bakmış; inceliklerinden, küçüklüğünden dert yandığı dudaklarına. Onlar da birden gözüne kibar, narin, tatlı, hoş gelmeye başlamış. Sonra gözlerinin tam içine; ruhuna giden yola doğru bakakalmış. Bakmış bakmış ve ruhunu görmüş. Ruhunda da prensesliğini görmüş. Anlamış ki ister kusurlu olsun ister kusursuz, o prenses olmak için doğmuş bu dünyaya.

Kusursuzluk da işte tam buymuş; ne olduğunu bilip kabul etmek.


http://www.kamilemutlu.com


1 Ağustos 2012 Çarşamba


Dua eden eller

Albrecht Durer 1471-1528 yılları arasında yaşamış bir ressam. 18 çocuklu bir ailenin resimle ilgilenen 2 erkek çocuğundan biri. İki kardeşin de resme karşı olağanüstü bir ilgileri ve yetenekleri var. Her ikisi de sanat okuluna gidip büyük bir ressam olma hayali kuruyorlar. Aile ise bu durum karşısında çaresiz. Madencilik yaparak geçinmeye çalışıyorlar ve karınlarını zor doyurabilmekteler.

Bu durum karşısında iki kardeş kendi aralarında kur'a çekmeye ve kazananın sanat okuluna gitmesine, geride kalanın daha çok çalışıp diğer kardeşi okutması yönünde bir karar alıyorlar. Albert ve Albrecht arasındaki bu kur'ada okula giden dönüşte diğer kardeşi okuması için okula gönderecek ve kendisi de madende çalışacaktı.

Kurayı kazanan Albrecht okula gider ve bütün öğretim görevlilerini kendine hayran bırakarak çok büyük başarılar elde eder. Okulu birincilikle bitirdiğinde yöredeki bütün okullarda ismi bilinmektedir. Eve büyük bir gururla döner.

Ailesi Albrecht onuruna güzel bir yemek verir. Kendisini öven konuşmalardan sonra Albrecht söz alır ve kendisine bu başarıları yaşatan kardeşine teşekkür eder.

Şimdi sıranın kardeşinde olduğunu ve okumaya göndereceği kardeşi için madende çalışmaktan büyük gurur duyacağını söyler.

Kardeşinin yanıtı ise ; "İmkansız sevgili kardeşim" şeklindedir. "Seni okulda okutabilmek için çalıştığım senelerde bütün parmaklarım madende defalarca kırıldı ve değil kalem tutmak, senin şerefine şu şarap kadehini bile zor tutuyorum."

Kardeşinin durumuna hakikaten üzülen Albrecht ise kendisini dünyanın en ünlü ressamları arasına sokan o ellerin, kardeşinin ellerinin resimini çizer.

                      


Yukarıda gördüğünüz bütün dünyanın Praying Hands (Dua eden eller) olarak bildiği, esas ismi Hands (Eller) olan resim Albrecht Durer'in fedakâr kardeşininin elleridir.


http://www.kamilemutlu.com


29 Temmuz 2012 Pazar



SEN UYURKEN

Sevgili çocuğum, seni uyurken seyretmek, nefes alışını duymak için sessizce odana girdim. Gözlerin kapalı,huzur içindesin. Sarı buklelerin melek yüzünü çerçeveliyor.

Bir kaç dakika önce çalışma odamda çalışırken birdenbire içimin sıkıldığını fark ettim. Dikkatimi işime veremedim ve bu yüzden sessizce seninle konuşmak üzere odana geldim. Bu sabah, yavaş giyindiğin için sabırsızlanıp, Sana söylendim. Yemek fişini kaybettiğin için seni azarladım ve kahvaltı ederken gömleğine süt döktüğün için sana sert sert baktım.

"Yine mi?" dedim, içimi çekerek ve başımı kızgınlıkla iki yana salladım. Sense bana bakıp, tatlı tatlı gülümsedim ve bana "Hoşçakal, anneciğim!" dedin.

Öğleden sonra, sen odanda oynayıp,yatağına dizdiğin oyuncaklarına bağıra çağıra şarkı söylerken, ben telefon konuşmalarımı yapıyordum.

Sana sessiz olmanı işaret ettim, sonra yine bir saat kadar telefonda konuştum. Daha sonra bir asker gibi sana emir verdim, "Oyalanıp durma, çabuk ödevini yap!" Bana "Peki, anneciğim." dedin ve hemen çalışmaya koyuldun. Sonra da odandan hiçbir ses gelmedi.

Akşam ben masamın başında çalışırken, korkarak yanıma geldin ve bana umutla, "Anneciğim, bu gece kitap okuyacak mıyız?" diye sordun. Sana kesin bir dille, "Bu gece olmaz." dedim, "Odan hâlâ karmakarışık! Sana kaç kez anımsatacağım odanı toplamanı!" Başın önünde, odana gittin.

Çok geçmeden geri geldin ve kapının yanından bana bakınca, "Şimdi ne istiyorsun?" diye sordum aksi bir ses tonuyla. Hiçbir şey söylemedin. Yanıma geldin, boynuma sarıldın ve beni öpüp, "İyi geceler, anneciğim. Seni seviyorum!" dedin. Sonra da aceleyle odana gittin. Daha sonra, duyduğum vicdan azabı nedeniyle, boş boş masama bakarakuzun bir süre oturdum. Acaba neden böyle davrandım, diye düşündüm. Beni kızdıracakhiçbir şey yapmamıştın. Sadece büyümeye ve öğrenmeye çalışan bir çocuk gibi davranmıştın.

Bugün yetişkinlerin sorumluluklarla dolu dünyasında kendimi kaybettim ve sana harcayacakenerjim kalmadı. Bugün sen benim öğretmenim oldun, beni öpmeyi, bana iyi geceler dilemeyiunutmadın ve üstelik ruh halimin iyi olmadığını fark edip, parmaklarının ucunda gezindin.

Şimdi seni uyurken seyrediyorum ve bugünü yeni baştan yaşamak istiyorum. Yarın, ben de sana,bugün senin bana gösterdiğin anlayışı göstereceğim, böylelikle belki gerçek bir anne olabilirim -uyandığında sana sıcacık gülümseyip, okuldan geldiğinde sana moral vereceğim ve yatmadansana kitap okuyacağım. Sen gülünce gülüp, sen ağlayınca ağlayacağım.

Kendime daha büyümediğini, bir çocuk olduğunu ve senin annen olmaktan mutluluk duyduğumuanımsatacağım. Bugün senin anlayışlı davranışın bana çok dokundu ve bu yüzden gecenin busaatinde sana teşekkür etmeye geldim, çocuğum, öğretmenim ve arkadaşım olduğun ve banagösterdiğin sevgi için...

http://www.kamilemutlu.com

20 Temmuz 2012 Cuma


Gece Yarısı

Yıllar sonra çocuk evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş. Birgün, gecenin bir yarısı saat 3:30 civarları telefonu çalmış. Telefondaki ses, annesinin sesiymiş çocuk;

- Ne var Anne, ne istiyorsun bu saatte, neden beni rahatsız ediyorsun ? Sabah arasan olmaz mıydı gibilerinden, annesini azarlayıcı sözler sarfetmiş.

Annesi, biraz buruk, biraz da ağlamaklı bir ses tonu ile;

Bundan 25 yıl önce de bir gece yarısı 3:30 da sen beni rahatsız etmiştin.
" DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN OĞLUM " demiş...


http://www.kamilemutlu.com

10 Temmuz 2012 Salı


GÜZELLİK

Küçük kız, kendini bildiği günden beri annesinden büyük bir şefkat görmüş ve ondan duyduğu sözlerle, pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı. Ona göre, nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik yavrusuydu her zaman. Ama ilk okula başlayınca işler değişti.

Arkadaşları, onun hiçde güzel olmadığını, hatta çirkin bile sayıldığını söylemekteydi. Küçük kız, ilk önceleri onlara inanmadı. Çünkü herkes birbirini kıskanıyordu. Ama bir kaç yıl içinde gerçeklerle yüzleşti. Annesinin bir pamuğa benzettiği yüzü, çiçek bozuğu bir cilde sahipti. "Badem" dediği gözleri ise şaşıydı. Vücudu da bir selviyi andırmıyordu.

Demek ki annesi onu aldatmış ve yıllar yılı çekinmeden yalan söylemişti.

Genç kızın anne sevgisi, kısa bir süre sonra nefrete dönüştü.

Evlenme çağına gelmiş olmasına rağmen yüzüne bakan yoktu. Üstelik de gözleri, bütün tedavilere rağmen düzelmiyordu. Genç kız, doktorların gizlice yaptığı konuşmalardan kör olacağını anladığında çılgına döndü ve kendisini hâlâ çocukluk yıllarındaki ifadelerle seven annesinin bu yalanlarına dayanamayıp evi terk etmeye karar verdi.

Fakat annesi, uzak bir yerde iş bulduğunu söyleyerek ondan önce davrandı. Ve kazandığı paraları bir akrabasına gönderip, kızına bakmasını rica etti.

Genç kız bir süre sonra görmez oldu. Karanlık dünyasıyla baş başaydı.

Bu arada annesini hiç merak etmiyordu. Yalancıydı annesi, ölse bile bir kayıp sayılmazdı. Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını söyleyerek kızı ameliyat ettiler. Ancak o, gözünü açtığında yine aynı yüzü görmekten korkuyordu.

Fakat kör olmak zordu. En azından kimseye yük olmazdı. Genç kız, ameliyat sonunda aynaya baktığında, müthiş bir çığlık attı. Karşısında bir dünya güzeli vardı. Gerçekten de harika bir kızdı gördüğü.

Yüzündeki bozukluklar tamamen kaybolmuştu. Çok kemerli olan burnu düzelmiş, kepçe kulakları normale dönmüş ve yaban otlarını andıran saçları, dalga dalga olmuştu.

Genç kız, yanındaki yaşlı doktora sevinçle sarılarak:

- Sanki yeniden dünyaya geldim!. dedi. Yüzümde hiçbir çirkinlik kalmamış. Estetik ameliyatı siz mi yaptınız?

Yaşlı doktor:

- Böyle bir ameliyat yapmadık kızım!. diye gülümsedi. Annenin bağışladığı gözleri taktık. Sen, onun gözünden gördün kendini!..


http://www.kamilemutlu.blogspot.com


3 Temmuz 2012 Salı




ÖN YARGI

Uzaklarda bir köyde, kocası, çocuğu doğmadan ölmüş, tek başına yaşayan hamile bir kadın kendisine arkadaş olması açısından dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye baslar. Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmaz.

Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysallaşır. Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğar. Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadır. Günler geçer ve kadın bir gün bir kaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır.

Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardır. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve gelir. Gelinciği ve kanlı ağzını görür. Anne çıldırmışçasına gelinciğe saldırır ve oracıkta öldürür hayvanı. Tam o sırada içerdeki odadan bir bebek sesi duyulur. Anne odaya yönelir. Ve odada beşiği, beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran parçalanmış bir yılanı görür.


http://www.kamilemutlu.blogspot.com


Kardelen Çiçeği Hikayesi

Şarkı ve şiirlere konu olan kardelen çiçeği romantikliğin ve umudun en güzel sembolüdür. Kardelen çiçeğinin pek çok sembolik adının olmasını...